Kalın: Meşru Trablus hükümetine desteğimiz devam edecek
Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü Kalın, “Bizim meşru Trablus hükümetine desteğimiz bundan sonra da devam edecek, siyasi çözümün ilerletilmesi için diplomatik çabalarımız devam edecek.” dedi.
Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü Büyükelçi İbrahim Kalın, başta Libya ve Doğu Akdeniz olmak üzere bölgesel ve uluslararası gelişmeler, Türkiye’nin dış politika hamleleri ve atılan adımların yansımalarına ilişkin AA’nın sorularını yanıtladı.
Türkiye’nin güvenliğinin, bütün komşularının güvenliği ve Akdeniz’deki hadiselerle doğrudan ilgili olduğunu vurgulayarak bölgenin istikrarını sağlamayı, bu vesileyle de Türkiye’nin güvenliğini garanti altına almayı amaçladıklarını belirten Sözcü Kalın’a yöneltilen sorular ve cevapları şu şekilde:
İç politika ve dış politikada oldukça hareketli bir dönem yaşıyoruz. Dünya da hareketli bir dönem yaşıyor. Bir taraftan siyasi gelişmeler diğer taraftan pandeminin etkisi var bütün dünyada ama bunların başında Libya meselesi geliyor. Libya şu an Türkiye açısından, bölge açısından en kritik noktalardan biri. Türkiye Libya’da son birkaç aydır bir şey yapıyor. Meşru hükümete ciddi bir destek vererek Libya’da adeta dengeleri değiştiren, rüzgarı tersine çeviren bir hareket yaptı. Bütün bunları yaparken Türkiye’de de kimileri soruyor, ‘Biz Libya’da niye varız, Libya’daki hedefimiz nedir?’ Bu soruyla başlamak istiyorum, biz niye Libya’dayız, ne yapmak istiyoruz Libya’da?
Çatışmaların başlamasından sonra Libya hükümetinin talebi üzerine, bildiğiniz gibi geçen aralık ayında Libya ile bir anlaşma imzaladık; Askeri İşbirliği ve Güvenlik Anlaşması. Bu anlaşma çerçevesinde Birleşmiş Milletlerin (BM) de tanıdığı meşru hükümete destek veriyoruz. Orada Türkiye’nin müdahalesiyle çatışmaya bir denge getirildiğini de artık herkes teslim ediyor. Eğer Cumhurbaşkanımızın bu vizyoner müdahalesi olmasaydı Libya’da çatışmalar çok daha derinleşecek çok daha fazla insan ölecekti ve Libya’nın parçalanması belki kaçınılmaz hale gelecekti. Şu anda da bir ikili yapı var ama biz BM çatısı çerçevesinde öncelikle siyasi sürecin ilerletilmesi için elimizden gelen gayreti gösteriyoruz. Bununla beraber Hafter tarafının saldırgan tutumu nedeniyle de Serrac hükümetinin yani Trablus hükümetinin de bir nefsi müdafaa hakkı var. Bu hakkı kullanmaları da yine uluslararası hukuk çerçevesinde kayıt altına alınmış bir haktır. Dolayısıyla onlarla bu alandaki iş birliğimiz yoğun bir şekilde devam ediyor.
Çözümün askeri değil siyasi olduğunu hepimiz ifade ediyoruz. Özellikle BM çatısı altında Berlin Konferansı’nın belirlediği ilkeler çerçevesinde siyasi sürecin ilerletilmesi bizim de öncelikli tercihimiz. Bugüne kadar Serrac hükümeti bu konularda çok yapıcı bir tutum içerisinde oldu. Buna mukabil Hafter tarafının 2019 Nisan ayında yapılan Abu Dabi Anlaşması’ndan beri, yani yaklaşık 1,5 yıldır, bütün anlaşmaları, ateşkes ilanlarını, barış görüşmelerini ihlal ettiğini gördük. Şimdi bu tablo karşısında Serrac hükümetinin Hafter tarafına bir güveninin olmaması da gayet normal. Çünkü bugüne kadar verdikleri hiçbir sözü tutmadılar, BM’nin belirlediği ilkelere aykırı hareket ettiler. Hafter Berlin Konferansı’na geldi ama orayla ilgili bağlayıcı hiçbir şeyin altına imza atmadı.
“Hafter’in ateşkes çağrıları bir sonraki saldırının hazırlık dönemi olarak ortaya çıktı”
BM ilkeleri çerçevesinde ve Berlin Konferansı’nda belirlenen ilkeler ışığında bir siyasi sürecin ilerletilmesi için Libya hükümetine desteğimiz devam edecek. Burada bir ateşkes çağrısı yapıldı bildiğiniz gibi, Trablus hükümeti prensipte bu ateşkes çağrısına karşı değil fakat ateşkesin sürdürülebilir olması için belli şartları var. Bunlardan biri de herkesin 2015 yılında imzalanan Sahirat Anlaşması’ndaki pozisyonlarına geri çekilmesi. Buna göre de Hafter güçlerinin Sirte ve Cufra’dan çekilmesi gerekiyor. Burayı Hafter tarafının kendi askeri saldırıları için bir üs olarak kullanmasına elbette müsaade etmek istemiyorlar. Çünkü geçmişte bu tür ihanetlerle çok karşı karşıya kaldılar ve Hafter tarafı bugüne kadar ne zaman bir barış çağrısı yapsa ya da ateşkes çağrısı yapsa, bu hep bir sonraki saldırının hazırlık dönemi olarak ortaya çıktı. Dolayısıyla haklı olarak Serrac tarafında bir güvensizlik var.
Bir diğer önemli konu da, bu gözlerden kaçıyor, sadece geçtiğimiz 6 ay içerisinde Hafter’in Libya’nın petrol ve doğal gaz yataklarını bloke etmesinden dolayı Libya’nın ulusal kaybı 5 milyar doları geçti. Yani Libya şu anda ayda 1-1,5 milyar dolara yakın bir zararın içerisinde. Biz bildiğiniz gibi 3 hafta önce Dışişleri Bakanımız, Hazine ve Maliye Bakanımız, Milli İstihbarat Başkanımızla Trablus’a gitmiştik. O zaman Libya’nın Enerji Bakanı bize 2011 yılından beri Libya’nın toplam kaybının 250 milyar doları aştığını söyledi. Şimdi bakın burada heba edilen büyük bir servet var, bunlar Libyalıların serveti, Libyalıların mal varlığı. 6-7 milyon gibi küçük nüfusa sahip olan, doğal gazından petrolüne, sahilinden madenlerine kadar birçok doğal zenginliği bulunan Libya gibi bir ülkenin çok daha iyi ekonomik şartlarda yaşaması mümkün. Bizim umudumuz, beklentimiz, çabamız bir an önce bu çatışmaların sona ermesi ve Libya’nın bu yeni döneme geçmesi.
“Amacımız bölgenin istikrarını sağlamak, bu vesileyle de Türkiye’nin güvenliğini garanti altına almak”
Şimdi ‘Libya’da ne işimiz var?’ sorusuna gelecek olursak, güvenlik kavramının küreselleştiği bir çağda siz ulusal güvenliğinizi sadece kendi ulusal sınırlarınızla çizemezsiniz. Türkiye’nin güvenliği söz konusu ise bu aynı zamanda Irak’ın güvenliği ile İran’ın güvenliği ile bütün komşularımızın güvenliği ile ilgilidir, Akdeniz’deki hadiselerle doğrudan ilgilidir. Libya bizim Akdeniz’den deniz komşumuzdur. Uzak gibi görünebilir ama haritaya nasıl baktığınıza bağlı bu. Türkiye’yi içine kapatmak isteyenler ‘Türkiye’nin Libya’da ne işi var?’ veya ‘Irak’ta ne işi var?’ yahut ‘Suriye’de ne işi var, Filistin’de ne işi var?’ diyebilirler ama Türkiye’nin hem mevcut cari güvenlik konsepti açısından, güvenlik öncelikleri açısından baktığınızda hem de tarihi bir perspektiften baktığınızda Türkiye her zaman kendi Misakımilli sınırlarından daha fazla olmuş bir ülkedir. Yani Balkanlardan Orta Asya’ya, Orta Doğu’dan Kuzey Afrika’ya, Kafkaslara kadar uzanan bir coğrafyanın içerisinde yer alıyoruz biz. Bu bölgelerde yaşanacak en ufak bir kriz, gerilim, çatışma, savaş doğrudan Türkiye’nin güvenliğini etkiler. Nasıl etkiler? Terör olarak etkiler, göç olarak etkiler, başka alanlarda etkiler. Biz bunun örneklerini defalarca gördük. Libya’da yaşanan hadiseler de hem Akdeniz’in güvenliğini hem NATO’nun güvenliğini doğrudan ilgilendiren konulardır.
Bir diğer önemli konu da Türkiye Libya’nın yabancısı yahut yenisi olan bir ülke değil. Bizim orayla çok eskiye giden tarihi bağlarımız, güçlü ilişkilerimiz var. Kaddafi döneminde güçlü ekonomik ilişkilerimiz vardır. Libya’nın altyapısını büyük oranda Türk şirketleri yaptılar. Savaştan dolayı bunlar akamete uğradı ama son ziyaretimizde hem Sayın Serrac hem kendi ekibi Türk firmalarını bir an önce Libya’ya davet etmek istediklerini de söylediler. Başka alanlarda da enerji, petrol, doğal gaz, elektrik üretimi, inşaat, altyapı, bu alanlarda da Türkiye ile iş birliği içerisinde olmak istediklerini kendileri ifade ediyorlar. Yani bizim de bakış açımız hep bir ‘kazan-kazan’ ilişkisi çerçevesinde bölgenin istikrarını sağlamak, bu vesileyle de Türkiye’nin güvenliğini garanti altına almak.
“Siyasi çözüm yoluna gidilirse meseleler çözülebilir”
Siz böyle söylüyorsunuz, ‘NATO’nun güvenliğini sağlamak’ diyorsunuz ama bir NATO ülkesi Fransa bugün gayrimeşru bir yönetimi destekliyor. Yine aynı şekilde Mısır destekliyor, Rusya’nın bir taraftan bizimle Suriye’de bir çalışması olmasına rağmen Libya’da Hafter’e destek veren bir politikası var. Birleşik Arap Emirlikleri yine bu bölgede. Yunanistan bir ilişki kurma çabası içerisinde. Bu gayrimeşru milis güçlerini destekleyen ülkelere Türkiye’nin bir çağrısı var mı? Yani Trablus yönetimiyle görüşmeleri, ikili ilişkilerin güçlendirilmesi konusunda bir çağrınız var mı?
Elbette, öncelikle bütün uluslararası aktörlerin yapması gereken BM’nin de tanıdığı meşru hükümetle ilişki kurmak olmalı. Yakın bir zamana kadar bu ülkelerin bazıları, Amerika Birleşik Devletleri dahil, Serrac hükümeti ile ilişki kurmaktan bile sarfınazar ediyorlardı. Ama şimdi Türkiye’nin bu müdahalesi, desteği hem sahada hem diplomatik alandaki desteği sayesinde bu denge değişmeye başladı. Şu anda Serrac hükümeti daha fazla muhatap alınıyor. Tabii biz Libya’nın milis güçlerin, dışarıdan getirilen paralı askerlerin bir savaş arenası haline gelmesini asla arzu etmeyiz. Siyasi çözüm uygulanacaksa bu askeri çözümlerin bir kenara bırakılması mutlaka gerekiyor. Fakat şimdi uluslararası aktörlerin maalesef Suriye’de yaptığına baktığınız zaman da benzer bir tablo yavaş yavaş Libya’da ortaya çıkmaya başlıyor. Suriye’de 11’inci yılına giren savaş yakın dönemin en kanlı savaşı maalesef. En büyük göç akımlarının çıktığı yer Suriye ve orada çeşitli dönemlerde çeşitli gerekçelerle, ‘DEAŞ’la mücadele’ dendi, başka gerekçelerle Suriye halkı uluslararası toplum tarafından yüzüstü bırakıldı. Orada bulunan uluslararası aktörler Suriye halkının, Suriye’nin toprak bütünlüğünün, siyasi birliğinin sağlanmasından ziyade kendi çıkarları için hareket ettiler ve kriz giderek daha derinleşti, daha karmaşık hale geldi. Şimdi Libya’da da öncelik eğer Libya halkının barışı, huzuru ve güvenliği olarak tanımlanırsa, Libya’nın doğal kaynakları, siyasi birliği ve toprak bütünlüğü temelinde bir siyasi çözüm yoluna gidilirse bu meseleler çözülebilir. Ama orada yine ‘Libya’yı şuradan bölelim, şu kısmını biz alalım, bu kısmını şunlara verelim’ gibi bir yaklaşım içine girilirse Libya’da bu çok yıkıcı sonuçlar doğurur.
Böyle bir durum mu var sizin gördüğünüz?
Bununla ilgili birtakım spekülasyonların yapıldığını duyuyoruz. Hatırlarsanız Amerika’nın Irak’ı işgalinden sonra da 2003’ten sonra da buna benzer şeyler dile getirilmişti. ‘Etnik ve mezhebi yapısından dolayı bir arada bulunması mümkün olmayan bir ülke, dolayısıyla Irak’ı bölelim, 2’ye bölelim, 3’e bölelim, Şii-Sünni diye bölelim, Şii-Sünni-Kürt diye bölelim’ gibi tezler dile getirildi dönem dönem. Bakın o dönemin yaraları hala sarılamadı Irak’ta. Suriye’de dönem dönem bu dile getirildi. İşte ‘Sünnilerle Nusayrileri ayrıştıralım, 2’ye bölelim, yani bir de Kürtlere bir şey verelim.’ Yine bir üçlü yapı. Lübnan’da hatırlarsanız 1990’da biten iç savaşta benzer şeyler dile getirildi. ‘Lübnan hem Hıristiyan hem Müslüman hem Sünni hem Şii hem başka Dürzi grupların falan olduğu bir yer, dolayısıyla Lübnan’ı bir arada tutmak mümkün değil, böyle bir parçalı yapı kuralım’ dediler. Bakın hala 90’dan beri Lübnan’da siyasi istikrar sağlanamıyor. Şimdi buradaki tecrübeler ortadayken benzer bir gidişatın Libya’da ortaya çıkmasına müsaade edemeyiz, hiç kimsenin de etmemesi gerek.
“Aşiretler yine barış ve huzur içinde yaşayabilir”
Şimdi eğer çok etnikli, çok mezhepli, çok dilli her toplum bu şekilde bölünme yoluna gidecekse o zaman Avrupa’nın onlarca, yüzlerce devletçiğe bölünmesi gerekir, Amerika Birleşik Devletleri’nin onlarca devlete bölünmesi gerekir ama bu oralarda yapılmıyor tam tersine daha büyük yapılar altında birlik, beraberlik içinde siyasi süreçlerin ilerletilmesi hedefleniyor ama İslam ülkeleri söz konusu olduğunda etnik ve mezhebi fay hatları esas alınarak o ülkelerde çok derin yaraların açılmaya başlandığını görüyoruz. Şimdi Libya’da da ‘Doğu ile batıyı bir araya getirmek mümkün değil, Trablus’la Bingazi, Tobruk bunlar iki ayrı şeye dönüştü’, bu yaklaşımlar tehlikeli yaklaşımlar. Libya’nın toprak bütünlüğü ve siyasi birliği çerçevesinde bir çözüm üretilmesi gerekiyor.
Libya elbette aşiret yapılarının güçlü olduğu bir ülke ama bir aşirete mensup olmak illa ayrılıkçılık yapmak anlamına gelmiyor. Aşiretler başka toplumlarda da var, bunlar olabilir. Geçmişte olduğu gibi aşiretler yine barış ve huzur içerisinde yaşayabilir. Zaten şu anda oradaki bölünme aşiretler temelinde yahut mezhep, din temelinde hatta coğrafya temelinde bir bölünme değil, siyasi bir bölüme var orada ve bunu da empoze eden belli aktörler var. Kendi çıkarları için bir tarafı tutmak suretiyle bu ayrışmayı derinleştirmeye çalışan birtakım yaklaşımlar var. Biz bunları tehlikeli görüyoruz, Libya’nın toprak bütünlüğünün, siyasi birliğinin korunması son derece önemli.
Bu noktada Türkiye, meşru Trablus yönetimine olan desteği sonuna kadar sürdürecek herhalde, onu anlıyoruz.
Tabii, yani bizim meşru Trablus hükümetine desteğimiz bundan sonra da devam edecek, siyasi çözümün ilerletilmesi için diplomatik çabalarımız devam edecek. Sayın Cumhurbaşkanımızın bu konuda çok yoğun bir diploması trafiği var. İlgili bütün aktörlerle görüşüyor. Bildiğiniz gibi Berlin Konferansı’na Cumhurbaşkanımız bunun için gitti ve Libya meselesini bu yüzden derinlemesine görüştü ve görüşmeye de devam ediyor.
“Vatiyye saldırısı kimin barış ve istikrar istediğini kimin çatışmaların devamını istediğini ortaya koyuyor”
Libya hükümetinin, Trablus hükümetinin nefsi müdafaa çerçevesinde de kendi tedbirlerini alması gayet normal. Şimdi birkaç gün önce bildiğiniz gibi Vatiyye Havalimanı civarında bir saldırı gerçekleşti ve bunu Hafter tarafının yaptırdığı biliniyor. Bununla ilgili ‘şu ülke kaynaklı, bu ülke kaynaklı’ gibi haberler de çıkıyor, onlara girmeyeceğim ama bu saldırıda ortaya çıkan bir gerçek daha var; kimin gerçekten orada barış ve istikrar istediği kimin çatışmaların devam etmesini istediği açık bir şekilde ortada. Saldırıya uğrayan Serrac tarafıdır, Vatiyye Havalimanı Trablus şehri içindedir. Yani bir taraftan ateşkes çağrısı yapan, ‘BM çatısı altında 5+5 görüşmelerine gidelim’ diye çağrı yapan tarafın aynı zamanda gelip Trablus’u bu şekilde bombalaması hem uluslararası hukuka aykırıdır hem bütün bu süreçlerle ilgili gerçek niyetlerini ortaya koymaktadır. Dolayısıyla burada Serrac hükümetinin tavrının ne kadar doğru olduğu bir kez daha ortaya çıktı, öbür tarafa güvenmeleri mümkün değil. Bununla ilgili tabii ki kendileri de gerekli tedbirleri alacaklar. Biz de Türkiye olarak meşru hükümetin yanında olmaya devam edeceğiz. Bu konuda kararlılığımızda en ufak bir gerileme söz konusu değil.
“Almanlar artık tabloyu daha net okuyorlar”
Libya’da Fransa’nın tutumu belli, Avrupa’nın diğer ülkeleri, İtalya daha Türkiye’ye müzahir bir yaklaşım içerisinde. Diğer ülkelerinden bir destek görüyor musunuz? Mesela Almanya ne durumda?
Almanya yapıcı bir rol oynuyor. Berlin Konferansı iyi bir adımdı, o ilkeler çerçevesinde sürecin ilerletilmesinde biz fayda görüyoruz ama yine burada oyunbozan tarafın Hafter olduğunu gördük. Almanlar da bunu çok net bir şekilde gördüler, hatta biz o zaman uyarmıştık. Sayın Cumhurbaşkanımız bizzat kendisi Sayın Merkel’i de bu konuda bilgilendirdi, ‘Bakın bu adam 2019’daki Abu Dabi Anlaşması’nı da ilk ihlal eden adamdır ve ondan sonra pek çok barış girişimini, Moskova dahil, sabote eden kişi oldu. Moskova’ya gitmedi, oradan kaçtı, Berlin’de de benzer bir tavır sergiledi. Dolayısıyla bu kişiye güvenemeyiz, bu konuda dikkatli olmalıyız’ diye kendisi de söyledi. Almanlar da zannediyorum artık bu tabloyu daha açık ve net bir şekilde okuyorlar.
Bir başka konu Doğu Akdeniz meselesi. Doğu Akdeniz’de hareketlilik geçtiğimiz aylarda çok daha yoğundu, şimdi biraz daha sakin bir dönem yaşıyoruz. Türkiye’nin Libya ile yaptığı deniz yetki alanlarının sınırlandırılması mutabakatı oradaki birçok dengeyi bozdu. Biz bu anlaşmayla ne yaptık? Türkiyesiz bir Doğu Akdeniz olmayacağını mı gösterdik, oradaki tutumumuz ve bu anlaşmanın önemi nedir?
Öncelikle Cumhurbaşkanımızın büyük bir siyasi vizyon göstererek talimatını verdiği bu deniz yetki anlaşması Libya ile imzaladığımız tarihi bir adımdır. Çünkü bugüne kadar Akdeniz’de bizim komşularımızla bu yönde imzaladığımız bir anlaşma yok. Bununla ilgili uluslararası bir müktesebat da oluşmuş değil yani BM kuralları çerçevesinde diyelim ki kesin olarak ortaya konmuş bir kurallar manzumesi yok. Aslında uluslararası deniz hukuku, deniz yetki alanı, kıta sahanlığı, münhasır ekonomik bölge gibi meseleleri tarafların kendi aralarında anlaşma yolu ile çözmesini salık veriyor, birinci teamül bu. İhtilaf olduğunda bunlar mahkemelere götürülebilir, başka yerlere götürülebilir. Ama genel olarak tercih edilen birinci yol ülkelerin ikili, üçlü, çoklu bir şekilde bu meseleleri kendi aralarında çözmeleri. Bu anlamda biz aslında geçmişten beri Yunanistan’la, Mısır’la, Libya ile kısmen ve Doğu Akdeniz’e komşu diğer ülkelerle bu yönde bir çalışma yapılması çağrısında hep bulunduk ama bir karşılık alamadık. İlk defa Libya’da bunun adı kondu ve bu anlaşma yapıldı. Bu üçüncü tarafları doğrudan ilgilendiren, onların haklarını ihlal eden bir anlaşma değil. Yunanistan’ın bazı itirazları var ‘Bu çizgi bizim kıta sahanlığımızdan geçiyor’ diye ama Yunanistan’ın iddiaları da tartışmalı. O konuda da uluslararası hukuk açısından, deniz hukuku açısından bakıldığında çok kesin, vazıh kurallar yok. Bunlar dediğim gibi biraz ikili, üçlü tarafların kendi aralarında müzakere yoluyla çözebileceği meseleler.
“Türkiye’yi yok sayarak Doğu Akdeniz’de enerji haritası ve siyasi istikrar inşa etmek mümkün değil”
Mesela geçenlerde Yunanistan’la İtalya kendi aralarında bir kıta sahanlığı anlaşması yaptı, biz bunu memnuniyetle karşıladık. Doğrudan bizi ilgilendiren bir konu değil, iki ülke bir araya gelerek kendi deniz yetki alanlarını belirlediler. Aynı şekilde biz bunu Libya ile yaptık. Libya ile deniz komşusu olduğumuzu da bu anlaşma ile teyit etmiş olduk. Şimdi bu Libya ile Türkiye arasında bir kazan-kazan ilişkisi geliştirecek, yani yarın siyasi şartlar da olgunlaştığında bu bölge içerisinde arama tarama çalışmaları yapılacak, bir şey bulunduğunda da bu Türkiye ve Libya arasında bir ortak gelir olarak paylaşılacak. Biz Doğu Akdeniz’in tamamının böyle bir barış gölü olmasını arzuluyoruz. Türkiye’yi dışarıda bırakan EastMed gibi girişimlerin başarısız olacağını uzmanlar da ifade ediyorlar. Doğu Akdeniz’e en uzun sahili olan Türkiye’yi yok sayarak sizin Doğu Akdeniz’de bir enerji haritası oluşturmanız, bir siyasi istikrar inşa etmeniz mümkün değil. Ekonomik olarak da baktıklarında Doğu Akdeniz’de çıkacak herhangi bir zenginliğin, doğal gazın, petrolün ancak Türkiye üzerinden Avrupa piyasalarına ulaştırılmasının en fizibil proje olduğunu bütün uzmanlar ifade ediyorlar. Türkiye’yi baypas ederek siyasi gerekçelerle birtakım planlar yapmak, boru hatları vesaire üzerinde çalışmak netice vermeyecek, bunu kendileri de aslında görüyorlar. Bizim de çağrımız hem burada hem Kıbrıs’ta, bütün Doğu Akdeniz’in doğal kaynaklarını herkesin, adil paylaşım ilkesi çerçevesinde sahiplenmesi, bölüşmesi, paylaşması ve bu zenginlikten herkesin istifade etmesi. Bunun yolu var ama bunu Türkiye’yi yok sayarak elde edemezsiniz. Gereksiz, pahalı ve eninde sonunda başarısızlıkla sonuçlanacak projelere yönelmek yerine Türkiye ile bu konuların konuşulması, Türkiye’nin içinde olduğu planlarla birlikte hareket edilmesi herkesin menfaatine olacaktır. Bizim yaklaşımımız baştan beri hep bu oldu ama bizi Antalya Körfezi’ne hapsetmeye çalışan girişimlere de tabii ki bizim bigane kalmamız, tepkisiz kalmamız mümkün değil.
Avrupa Birliği Dış Politika ve Güvenlik İşleri Yüksek Temsilcisi Josep Borrell Ankara’daydı, Sayın Çavuşoğlu’yla da görüştüler. Basın toplantısını dinlediğimizde, yaklaşımlarına bakıldığında sanki Yunanistan’ın Doğu Akdeniz’deki çıkarlarını korumak merkezli bir ziyaret gibi algılandı. Siz nasıl görüyorsunuz? Bizim Avrupa Birliği ile olan ilişkilerimizi, Avrupa’nın Türkiye ile olan ilişkilerini nasıl değerlendiriyorsunuz? Bundan sonraki süreçler nasıl gidecek? Avrupa Birliği’nin de bu noktada Doğu Akdeniz konusundaki yaklaşımını nasıl değerlendiriyorsunuz?
“AB’nin Türkiye’siz adım atamayacağını gördük”
Almanya’nın dönem başkanlığı Türkiye-AB ilişkileri için bir fırsat olabilir. Bu yönde Sayın Şansölye’nin de bir iradesinin olduğunu, bunu bize, Sayın Cumhurbaşkanımıza ilettiğini biliyorum. Gümrük Birliği ve diğer konularda, Schengen’de olabilir, birtakım ilerlemelerin sağlanması şüphesiz herkesin menfaatine olacaktır ama bunun hangi şartlarda yapıldığı da önemli, ne şekilde yapıldığı da son derece önemli. Türkiye’nin AB ile ilişkilerinde bugüne kadar engel olarak ortaya konan meselelerin aslında o kadar da aşılamayacak sorunlar olmadığını hepimiz görüyoruz. Bugüne kadar hep siyasi gerekçelerle bazen Fransa tarafından, bazen Kıbrıs Rum Kesimi tarafından, bazen başka ülkeler tarafından çeşitli fasılların açılmasına, müzakerelerin yapılmasını blokaj konulmuştu. Bunların bir kısmı aşıldı, kaldırıldı. Ama başka siyasi gerekçelerle bazen bir üye ülke kendi meselesini, Türkiye ile olan bir konusunu AB üzerinden çözmeye çalıştı ve bunlardan dolayı hep gecikmeler yaşandı. Aslında buna gerek yok. Yani Türkiye gibi bir ülkenin AB ile Avrupa ile olan ilişkileri açısından bakıldığında bu ilişkilerin pozitif bir gündemle yürütülmesi iki tarafın da menfaatinedir. Biz yakın dönemde bunun pek çok örneğini gördük. Mesela Suriye kaynaklı mülteci krizinde Avrupa’nın Türkiye’ye ihtiyacı olduğunu gördük. Terörle mücadele konusunda, enerji güvenliği konusunda Türkiye’siz bir adım atamayacaklarını açık ve net bir şekilde gördük. Avrupa bizim için hem önemli bir ekonomik pazar hem orada 5 milyona yakın vatandaşımız yaşıyor hem bizim güvenliğimiz açısından da yani Güney Avrupa, Balkanlar ve diğer bölgelerin güvenliği açısından da iş birliği yapmamız herkesin faydasınadır ama bunu yapmak adına Türkiye’nin milli hak ve menfaatlerinden taviz vermesi elbette mümkün değil. Bu iki tarafın birlikte sahiplenmesi gereken bir süreçtir.
Şimdi Almanya’nın dönem başkanlığında birtakım adımlar atılabilir, umarız bu yönde birtakım ilerlemeler olur. Ama bazı ülkelerin, açıkça isim de vereyim, Fransa gibi ülkelerin blokaja devam ettiğini de görüyoruz, negatif bir tutum içerisinde olmaya devam ettiğini de görüyoruz. Halbuki bizim doğrudan Fransa ile de bu yönde bir çatışma, gerilim yönünde bir arayışımız söz konusu değil. Görüş ayrılıklarımız yok mu? Elbette var, Suriye’de Fransa’nın PKK’nın Suriye kolu olan YPG ve PYD’ye destek vermesini bizim kabullenmemiz mümkün değil. Libya’da biz Fransa’nın baştan beri hep yanlış tarafta olduğunu ifade ediyoruz, Hafter’i desteklemek suretiyle Libya’nın barış ve istikrarına katkı sunmamaktadırlar. Buna rağmen ikili konularda, AB konularında bir çalışma zemini elbette bulunabilir ama bunun için bir iradenin olması lazım, doğru bir bakış açısının, vizyonun olması lazım. Doğu Akdeniz meselesi sadece bir ülkenin ya da AB’nin meselesi değil, oraya komşu olan bütün ülkelerin meselesi. Bir ya da birkaç üyenin bu konuyu AB üzerinden Türkiye’ye dayatma yoluyla çözüme kavuşturmaya çalışması netice vermez. Bunun yerine bizim ikili, karşılıklı, bazen çoklu iletişim kanallarını açık tutmamız, diyalog zeminini güçlü tutmamız, yaratıcı birtakım fikirlerle, önerilerle krizlerin önünü açmamız herkesin faydasına olacaktır.
“Yunanistan’la sorunları doğrudan konuşarak çözebiliriz”
Bu anlamda özellikle Atina yönetimine bir çağrınız var mı? Libya’da doğru tarafta olması ve bundan sonraki ikili ilişkiler konusunda. Çünkü Atina görüldüğü kadarıyla diğerlerine göre durumu takip eden, kollayan bir politika güdüyor. Siz en yakın komşularımızdan biri olan Yunanistan’a böyle bir çağrıda bulunuyor musunuz?
Bildiğiniz gibi geçtiğimiz hafta Sayın Cumhurbaşkanımızın Yunanistan Başbakanı Sayın Miçotakis ile bir telefon görüşmesi oldu, uzun bir aradan sonra ilk defa böyle bir temas kuruldu. Gayet de iyi içerikli bir görüşme oldu. Orada ikili konular, Ege, Doğu Akdeniz ve diğer birçok konu ele alındı, AB konuları da. Geleneksel olarak biliyorsunuz Yunanistan Türkiye’nin AB üyeliğini desteklemiş bir ülkedir. İkili ilişkiler konusunda birtakım görüş ayrılıkları var olagelmiştir ama bunlar hep bir şekilde konuşulmuş, müzakere yoluyla yönetilmiş, bazıları çözüme kavuşturulmuş, bazıları da süreç içerisinde yönetilebilir hale gelmiştir. Bizim tabii ki beklentimiz de bir komşumuz olarak Yunanistan’la bu ilişkileri her alanda mümkün olan en pozitif yaklaşımla çözüme kavuşturmaya çalışmak olacaktır. Bu yönde Yunanistan’ın Türkiye’nin AB üyeliğine destek vermesi önemli. Ege gibi konularda doğrudan konuşmamız ve bu konulardaki görüş ayrılıklarını yahut zaman zaman ortaya çıkan ihtilafları çözmemiz mümkündür. Bu kanallar geçmişte açıktı, bundan sonra da yine açık olabilir. Bizim orada yaşayan Türk kökenli Müslüman vatandaşlarımız var, Batı Trakya’da yaşayan Türk Müslüman azınlık var, onların meseleleri var ve diğer konular var. Bütün bunlarla ilgili bizim müzakere yoluyla, karşılıklı konuşarak mesafe almamız her zaman mümkün. İki lider son telefon görüşmesinde bu yönde bir irade zaten ortaya koydular. Şimdi arzu edilen, beklentimiz bu yönde adımların atılması ve gerek ikili ilişkiler bağlamında gerek AB bağlamında gerekse Doğu Akdeniz ve Ege konularında gerçekten herkesin hak ve menfaatlerini gözeten adil bir bölge düzeninin inşa edilmesi olmalıdır.
Kaynak: AA