Recep Akakuş: FETÖ denen bela, İslam tarihinde benzeri olmayan bir bela

Recep Akakuş FETÖ denen bela, İslam tarihinde benzeri olmayan bir bela

Recep Akakuş FETÖ denen bela, İslam tarihinde benzeri olmayan bir bela

Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu üyeliğinden emekli Recep Akakuş, “FETÖ denen bela, İslam tarihinde benzeri olmayan bir bela. Bunlar şeriatı da çarpıttılar, tarikat kavramını da mahvettiler.” dedi.

Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu üyeliğinden emekli Recep Akakuş, yarım asırdan fazla süredir fikri ve ilmi çalışmalarıyla konferans, seminer, panel ve eğitim programlarında yer almasının yanında son yıllarda Nuruosmaniye Kur’an Kursları Yöneticiliği ve İnegöl konulu araştırmalarıyla da meşgul oluyor.

Henüz ilköğretimini bitirmeden Kur’an ile hemhal olan, hafızlığını tamamlamak için çocuk yaşta İstanbul’a gelen, camilerde kaldığı için zatürre olan Recep Hoca, bütün zorluklara rağmen dönemin önemli medrese ve cami hocalarından ders aldı. Hitabetini veya üslubunu beğenmediği hoca olunca da çocuk yaşta her şeyi göze alıp hem kaldığı mekanı hem de hocasını değiştirecek kadar inatçı ve kararlı bir çocuk olmasıyla öne çıktı.

Saçlarına briyantin sürdüğü için babasının kendisini 3 sene köye almadığı Recep Hoca, İstanbul’da hastalanınca ağabeyinin araya girmesiyle aile ocağı İnegöl’e döndü ve babasıyla arasını düzeltti.

Daha sonra İstanbul İmam Hatip Okuluna başlayan Akakuş, İstanbullu çocuklarla açığını kapatmak için çok çalıştı, herkes yattıktan sonra o mum yakıp ranzanın altında sabahları 03.00’e kadar ders çalıştı.

İnegöl’ün Aşağıballık köyünde 1938 yılında dünyaya gelen Akakuş, hafızlığını İnegöl Bedesteni manifatura esnafından Hafız Mehmet Çuhadar’ın yanında yaptı.

Akakuş, 1952’de tashih-i huruf ve talim öğrenmek için gittiği İstanbul’da, Kurra Hafız Abdurrahman Gürses Hocaefendi’den eğitim aldı. İstanbul İmam Hatip Lisesi öğrencisi Akakuş, Fatih Haseki Sultan Camisi ve Nuruosmaniye Camisi imamlığı görevlerini yaparken 1966 yılında İstanbul Yüksek İslam Enstitüsünde yüksek öğrenimini tamamladı. Zahmetli ve çilelerle geçen yıllarını, kitaplarıyla, ilmi çalışmalarıyla taçlandırdı. Müftülük ve Din İşleri Yüksek Kurulu üyeliği görevleriyle de yıllarca faydalı hizmetlerde bulundu.

Lise mezuniyetinin ardından Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde çalışmaya başlayan Akakuş, Eyüp İlçe Müftülüğü yaptı ve 1978 yılında girdiği Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulunda, emekli olduğu 1990 yılına kadar çalıştı.

Recep Akakuş, “Türkiye’nin Yaşayan İlim Hazineleri” haber dosyası kapsamında AA muhabirinin sorularını yanıtlayarak hayat hikayesi ve ilmi çalışmalarını anlattı.

“Ezanı ‘Tanrı uludur’ diye okuyordum”

“Ülkemizin zor zamanlar geçirdiği yıllarda yetiştiniz, Türkiye’nin farklı dönemlerine şahitlik ettiniz. Yaşadığınız çeşitli zorluklara rağmen ilim ve bilgi yolunda yürümeye gayret ettiniz. Sizi kısaca tanıyabilir miyiz?” 


“1938 yılında Bursa’nın İnegöl ilçesine bağlı Aşağıballık köyünde dünyaya geldim. Babamın adı Hasan, annemin adı Meryem’dir. Göçmen asıllı bir ailenin çocuğuyum. Akakuş ve Beyhan soy isimlerindeki kardeş aileler bizim köyün kurucu aileleridir. Dedem İbrahim Ağa, Çanakkale şehididir. Ağabeyi Hacı Pehlivan Ali Beyhan, 4 erkek, bir kız kardeş olan yeğenlerini himayesine almıştır. 16 kişilik geniş bir aileydik. Rahmetli babam okuma yazma bilmezdi. Bizim ailenin Beyhan kısmı Halk Partilidir, babamlar Demokrat Parti tarafındadır. Camiye ötekiler cumadan cumaya gelirler, bizimkiler beş vakit camide namaz kılarlardı. O zamana kadar ezanı bir meşe ağacının tepesinde ‘Tanrı uludur’ diye okuyordum. 1946 seçimlerine kadar. Çünkü Arapça ezan okumak yasaktı. Arapça okuyan hapse atılıyordu. Nihayet 1946 seçimleri yapıldı. Fakat o zamanki seçim şöyle; nahiye merkezlerine köylüler arabayla götürülür ve orada açık oy, gizli tasnif şeklinde oy kullanılırdı. Yani nahiye müdürünün gözetimi altında oy verilirdi. İşte 1946 seçimlerinden sonra hafif bir gevşeme oldu.

“Engel olursan kıyamet günü yakana yapışırım”

“İlk dini eğitiminizi hatırlıyor musunuz?”

“İslami eğitimim komşu köyden kaçan bir imamın köyümüze yerleşmesiyle başladı. Adı Ali Sevinç Hoca. Bir sebepten ötürü köyümüze geliyor diyor ki, ‘Duyduğuma göre imamınız gitmiş, uygun görürseniz köyünüze imam olmak istiyorum. Yalnız şartım var, bana ne verirseniz verin, bir hak talebim yok, ne verirseniz kabulümdür. Ancak 12 yaşından küçük erkek ve kız çocuklarınızı, özellikle erkek çocuklarınızı benim evime göndereceksiniz. Ben onlara Kur’an okutacağım.’ diyor. Köylü, ‘yasak’ dediyse de Hocaefendi ısrar ediyor. Sonunda köylü, hocanın talebini kabul etmek durumunda kalıyor. Evimiz de hocanın evinin karşısında olduğu için bizim haneye adeta yeni bir kişi daha katılmış oldu. 16 kişilik bir haneydik. 17’ncimiz de hoca oldu. Evimizde dişe dokunan, pişen ne varsa hocaya da verilirdi.

Nihayet, ben ve ağabeyimin de olduğu 7 kişilik talebe grubuyla Hocaefendi’nin evinde okumaya başladık. 
Hasta yatağında olmasına rağmen bize ders okutmaya devam etti. Hatta bir gün babam, hasta olmasına rağmen hocaya talebe gönderen köylüye kızmıştı. Öyle olunca Hocaefendi babama dönüp, ‘Eğer bu çocukların gelmesine engel olursan kıyamet gününde bu on parmağım yakanda olur. Çocukların buraya gelmesine engel olmayacaksın.’ demişti. Bu hadiseden bir hafta, on gün sonra vefat etti. Adeta son nefesine kadar bizi okuttu. Bu defa hocanın küçük oğlunu köye imam olarak tuttular, o bizim hatmimizi sağladı. Böylece 1946 yılında yüzünden Kur’an-ı Kerim okumayı Ali Sevinç Hoca ve oğlu Kamil Efendi’den öğrendim.

Daha sonra müstakil bir bina yaptılar ve okuma faaliyeti oraya taşındı. Kaçak olarak camından girip çıkardık. Jandarma takip ediyor, gündüzleri köy yollarının üzerinde bazen korucu, bazen kahya nöbet tutuyor, düdük çalıyor, ona göre biz saklanıyoruz.

1949 yılında rahmetli babam hacca gitti. Hacdan dönünce o zaman tifüs hastalığı var, bir ay kadar Tophane’de karantinada kalmışlar. Beş vakit namazlarını Tophane’de, Kılıç Ali Camisi’nde kılmış. Eski İstanbul’da hafızlar ramazanda mukabele okurlardı. Camide güzel mukabele okuyan hafızları görünce beni hafız yapmaya karar veriyor. Memlekete gelince 1949’un aralık ayında beni İnegöl’e hafızlık çalışmak üzere akrabamızın yanına verdi.

Babamın dayısı Hacı Eyüp’ün evinde kaldım. Evin karşısında Hafız Salih Efendi ismindeki imam ve Kur’an kursu hocasında hıfza başladık. Caminin girişindeki bir odada okuyoruz. İnegöl’deki hafızlık eğitimim zor şartlarda başladı. Mangalın üzerine sert dere taşları konuyor, orada o taşlar ısınıyor. Taşları avucumuza alıyoruz, caminin içine gidiyoruz, kar buz zamanı elimiz donmasın diye, bir taraftan ezberlemeye çalışıyoruz, bir taraftan da o taş soğuyuncaya kadar dersimizi okuyoruz. O soğuduktan sonra gelip tekrar taşı değiştiriyoruz. İşte böyle başladık.

Yanında kaldığım akrabamız yaşlı olduğu için doğru dürüst yemek yapmazlardı, açıkçası aç kalıyordum. Babam aç kaldığımı öğrenince, Arnavut Ahmet Ağa’nın lokantasıyla görüştü, gidip orada yiyordum. Bu arada Hafız Sabri ile tanıştım. Sabri, ‘Bizim hocaya gel’ deyince Hafız Mehmet Çuhadar’a geçtim. Allah rahmet eylesin, çok sert bir zattı. Manifaturacı, İnegöl’ün yerlilerinden, İstanbul’da okumuş ama imam değil, belediye çarşısında dükkanı var. Babasının vasiyeti üzerine İnegöl’ün merkez camisinde sahur mukabelesi okuyor ve bir de hafız yetiştiriyor Allah rızası için.

Sabri, Ayşe nine adında bir hatuna Kur’an öğretiyor fakat kadıncağız yaşlı. Bir kulaktan giriyor öbüründen çıkıyor. Sabri de tez canlı bir delikanlı. Tahammül edemiyor, bırakıyor. Ayşe nine, bana ‘Sen bizim eve gel, ben sana hem bakacağım hem de bana Kur’an okutacaksın.’ dedi. Kur’an öğretme şartıyla beni evine aldı.”

“Babam beni 3 sene köye almadı”

“11-12 yaşındaydım. Ayşe nineye Kur’an okutmaya başladım. Kocası Yemen gazisi Ahmet dede, limon satarak evini geçindiriyor. Bir nevi torunları gibi oldum. Derslerim devam ediyor, mukabeleler okumaya başladım. Yakışıklı bir delikanlıyım, saçlarımı tarıyorum, briyantin sürüyorum. Köylüler bu halimi görünce ‘Kopil’ demeye başladılar bana, kıskandıkları için. Babam beni 3 sene köye almadı ‘gavur çocuğu, kopil’ diye. Ben de Ahmet dede ve Ayşe ninenin himayesinde büyüdüm, nur içinde yatsınlar.”

“İnegöl dar geldi, kaçtım İstanbul’a geldim”

“Hocam, İshak Paşa Camisi’nde tek başına sahur mukabeleleri okuyor. Ben de gidip 5 sayfa yardım ediyorum. Hanımlara teravih namazı da kıldırmaya başladım. Böylece elime para geçti. Mukabeleler sebebiyle cemaatten para geliyor, özellikle kadınlardan. Tam o arada İmam Hatip Okulları açılmaya başladı. Bu arada hocamla da aram açıldı. Ramazan ayıydı, halk tarafından sevildiğim, sayıldığım için mukabele okuyayım diye bana 400 lira para verildi. Yanımda 400 lira para var, hocamla, babamla kavgalıyım. İnegöl dar geldi, kaçtım ben de İstanbul’a geldim.”

“Tanıdığınız kimse var mıydı İstanbul’da?”

“Osman adında hafız arkadaşım, Beyazıt Camisi imam hatibi Abdurrahman (Gürses) Hoca’da talim okuyor. Geldik İstanbul’a. Gönenli Hoca’nın (Gönenli Mehmet Efendi) ismini duymuştuk. Gittik, Fatih Camisi’nde mahfilin altında, akşamla yatsı arası oturuyor, çocuklara ayakkabı, çamaşır vesaire dağıtıyor. Hocaefendi’nin elini öptük. Beni Üçbaş Medresesine verdi. O arada medrese tamirdeydi. Bakımsız bir yer, tamir işlerinde yardım ediyoruz. Bir süre sonra ağır gelmeye başladı.
 Eğitime devam etmek için hoca arıyorum. Fatih Dülgerzade’de, İki Bacağı Kesik İsmail Efendi’ye (Bayrı) gittik. Sanıyorum ki hemen beni kabul edecek. Fakat eğitimin uzun süreceğini anladım, niyetim İstanbul’da 5-6 ay kalıp dönmek. 400 lira param var, onunla idare ediyorum. İsmail Efendi’den yararlanamayacağımı anlayınca Nuruosmaniye’de Hasan Akkuş Hoca var. Yatma yeri de veriyor. Oraya gittik.”

“Bu hoca benim mantığıma uymadı dedim”

Hasan Akkuş Hoca talebelerini birkaç kişiyi birlikte dinliyor, yani tek tek dinlemiyor. Kapıdan girdik, münasip yere çöktük, dersler bitsin diye bekliyoruz. Ders anlatmasını pek beğenmedim. Beni götüren rehber arkadaşa, ‘Bu hoca benim mantığıma uymadı.’ dedim. O zaman Abdurrahman Hoca’ya gidelim dedik. Bayezid Camisi’ne, kendimizce hoca beğenmeye gidiyoruz. Halbuki doğru düzgün yatacak yerimiz dahi yok. Hocaefendi, ‘Bir hafta, on gün kalfa sizinle meşgul olur, ondan sonra ben meşgul olacağım. Öğle namazından sonra iki buçuk, üç saat burada ders okuturum. Onun dışında bir şey yapamam.’ dedi. ‘Peki’ dedik, nasıl olsa Üçbaş’ta yatıyoruz, yatma yerimiz var. Kabullendik hocayı.”

“İnat etmişim köye dönmeyeceğim, ölümü göze alıyorum”

“Üçbaş Medresesinde bazı sorunlar yaşadık. Oradan ayrılmak zorunda kaldım. Mercan Camisi’ne gittim. Mercan Camisi imam odasında üç ay kadar yattım. Tabii zatürre oldum. Ben de inat etmişim köye dönmeyeceğim. Ölümü göze alıyorum, dönmeyeceğim. İnegöl’deki hafız arkadaşım bu sefer abime haber gönderiyor, ‘Bu ölecek bunu alın, inada da bindirmiş işi’ diyor. Geldi rahmetli ağabeyim, aldı götürdü beni.

Ben hala ilkokul mezunu değilim. İnegöl’de İshak Paşa’da kayyumluk yapmaya başladım. Lütfi Efendi diye bir kütüphane memuru, beni ilkokul okumaya teşvik etti. Okumam için kütüphaneden kitaplar veriyordu. Uzun süre onları okudum. Hasanpaşa köyünde bir ay ağabeyimin asker arkadaşında kaldım. Sıraya oturmasını kalkmasını, tahtaya kalkıp yazmasını öğretti bana.
 Sonra okul dışı imtihan ile Bursa’da Hoca İlyas İlkokulunun imtihanlarına girerek mezuniyet belgesini aldım. Ağustos ya da eylülde İstanbul İmam Hatip Okuluna müracaat ettim. O sene hafızlık tercih sebebi olduğu için girebildim.”

“Zeki İstanbullu çocuklarla açığı kapatmak için çok çalışıyordum”

“Derslerim iyiydi, matematikten ilk karnemde 4’üm vardı ama ondan sonra hep 9, 10 aldım tüm derslerden. İlkokulu hariçten okuduğumdan, zeki İstanbullu çocuklarla açığı kapatmak için çok çalışıyordum. Herkes yattıktan sonra mum yakıp ranzanın altında saat 03.00’lere kadar ders çalıştım, açığımı böyle kapattım. İkinci karnede iftihara geçmiştim. İftihara geçince idareden babama mektup yazılmış. Haberim yok. Babam ve hocamla aramın düzelmesine sebep olmuştur bu olay.”

“O yıllarda tanıdığınız önemli şahsiyetlerden bahsedebilir misiniz?”

“Evvela İmam Hatip Okullarının kurucusu ve müdürümüz Celalettin Ökten. Sonra Arapça hocası Mahmut Bayram. Bir de Kur’an-ı Kerim hocam Hüseyin Karagözoğlu. Gül Camisi imamı. Sabah namazını kıldırır, gelir talebelere Kur’an okutur, ezberletir, talim okuturdu. Onlardan başka Nurettin Topçu, Mahir İz, Tahir Alangu, Sami Akalın. Ali Rıza Ülgen, Türkçe’nin önemini anlatan hoca oldu. Sonra matematik hocamız Rasim Uslugil. Düzenli düşünmeyi öğreten adamdır.

“Necip Fazıl nur içinde yatsın, büyük bir adamdı”

İlim Yayma Cemiyeti, Osman Turan’ı getiriyordu. Dinde Reform kitabının yazarı (Osman Nuri Çerman) vardı. Onu getiriyordu. Muhtar Kumral’ı, Peyami Safa’yı getiriyordu. Bunun ötesinde Necip Fazıl’ı getiriyorlardı. Necip Fazıl nur içinde yatsın, büyük bir adamdı. Bir konuşmaya başlasın, oturuşunu dahi değiştiremezsin. Soru sorman mümkün değil.”

“Necip Fazıl Kısakürek ile anınız var mı hocam?” 


“Ben kendisine hep mesafeli durdum. Büyük Doğu’larını okudum. Onların abonesiydim. Evine giderdik. Şehremini’den kalkıyor, gece gidiyorduk, saat üç buçuğa kadar bizi bırakmıyor. Karısı da ayakta. Hepimiz gece saat üç buçukta Feneryolu’ndan yürüyerek Kadıköy’e geliyorduk. Ne vapur kalmış ne bir şey. Kayığa biniyorduk. Sabah namazı okunurken Eminönü’ne varıyorduk. Oradan tramvaylar başlamışsa binip Şehremini’de sabah namazını kılar öyle yatardık. O günün kendine göre tatlı hatıraları.”

“Endülüs İslam medeniyetinden başlayarak Zeytune, Karaviyyin, El-Ezher, Bağdat, Nizamülmülk, Osmanlı İstanbul Medreseleri gibi İslam medeniyetinin kurucu merkezleri var. Bu merkezlerin din anlayışındaki temel zemin ve ortak noktalar nelerdir?” 


“Medreselerde okutulan ortak kitaplar vardır. Ben ilk defa Sahn-ı Seman Medreselerinde o kitaplardan gördüm. Şehzade Camisi’nin vakfiyesinde kütüphanede vardır. O kitapların listesini gördüğünüz zaman hangi ekoller medresede okunuyor, Fatih’te ve Şehzade’de bunu görüyoruz. Halka intikal ettiğimiz zaman en uç tarafta, en küçük hoca kitabı Nuru’l-İzah’tır. Nuru’l-İzah’ta üç bahis vardır, Kitabu’t-Tahare, Kitabu’s-Salah ve Kitabu’s Savm (Temizlik, namaz ve oruç bahisleri), dördüncü yok. Niye, çünkü İslam fıkhının üç ana bölümü vardır. Bunlar ibadat, muamelat ve ukubattır. Nuru’l-İzah sadece ilkini konu etmiştir. Zira diğer ikisi devletle bağlantılıdır. Kitabın yazarı, Kölemen Devleti zamanında Mısır’da El-Ezher mümeyyizlerinden biridir. Devletin işine karışmamak için kitabını üç kısma ayırmış, muamelat ve ukubat konularına yer vermemiştir. Süleyman Efendi de (Süleyman Hilmi Tunahan) ilk dönemde bu Nuru’l-İzah’ın şerhi Miftah’ı okutmuş ve hatta özel ihtimam göstererek onu ciltlettirmiş, bende vardır.”

“Fetullah denen bela, İslam tarihinde benzeri olmayan bir bela”

“15 Temmuz darbe girişimiyle ülkemize ve milletimize yönelik hain niyetleri tamamıyla ortaya çıkan FETÖ’ye bakışınız nedir? Bu örgütün toplumumuza ve inanç dünyamıza verdiği zararlar nelerdir?”


“FETÖ bir defa bu işe Erzurum’da, Komünizmle Mücadele Derneği ile başlıyor. Aslında o Alvarlı Efe Hazretlerinin talebesidir ama tabiri caizse ilk kazık attığı adam da odur. Bunu da ben damadı olan Hüseyin Kutlu’dan öğrendim. Onu Edirne’de Eski Cami imam hatibi olarak biliyorum ve samimi olarak söylüyorum, hiçbir zaman onun çevirdiği işleri böyle büyük bir organizasyon içerisinde gerçekleştirmiş olabileceğini düşünmemiştim. Benim düşüncem, en fazla Türkiye’de belli güç odaklarının piyonu olabileceği yönündeydi. Bu işin içinde Komünizmle Mücadele Derneği Başkanı olarak Fetullah’ın bulunduğunu hiç tahmin etmedim ve hiç aklıma getirmedim. Şimdi neler yaptığını görmüş olduk işte. FETÖ denen bela, İslam tarihinde benzeri olmayan bir bela. Bunlar şeriatı da çarpıttılar, tarikat kavramını da mahvettiler. Bütün dini kavramları yerinden kaydırdılar, içlerini boşalttılar, işin en kötüsü bu. Bunların tekrar yerine koyulması gerekir.”

“FETÖ’nün ülkemizi ve milletimizi hedef alan darbe girişiminden ne tür dersler çıkarılmalı ve böyle durumların yaşanmaması için sizce neler yapılmalı?


“Tabii ki başlıca görev Diyanet’e düşüyor. Benim bahsettiğim ilk Kur’an hocam Ali Sevinç Hoca vardı, alaylı hoca, bunlar işte ayakları öpülesi insanlardır. Onların gayretinin değil onda biri, yüzde biri dahi bizde yok. Onlar ne maaş düşündüler ne bir dünyevi beklentileri oldu. Allah rızası için ömürlerini talebe yetiştirmeye adadılar. Biz emaneti onlardan aldık ama hakkıyla taşıyamadık zannedersem. Çünkü biz yüksek eğitim gördük, yani okullu olduk, öyle olunca halkla irtibatımız biraz kesildi. İşte burada esas görev Diyanet’e ve camilerinde görevli imamlara düşüyor. Bir kere Diyanet görevlilerinin kendilerini çok iyi yetiştirmeleri gerek. İslam’ın bütün kaidelerini anlamlarıyla birlikte özümsemiş olacak. Oradaki sorumluların, halkı FETÖ gibilerinin eline düşürmemek için halkla daha fazla ilgilenmesi gerekiyor.”

“Gençler ümitlerini muhafaza etmeli ve kendilerini yetiştirmeli”

“Gençlere neler tavsiye edersiniz?”

“Aklın yolu birdir, ikincisi yok, o da bilgi. Eğer bilgiyi kontrol edebiliyorsan, onu yönetebiliyorsan güçlüsün demektir. Bir defa ümidin olduğu yerde hayat vardır. Şeytan bilgisizliğinden dolayı değil, bilgisini kötüye kullandığı için şeytan oldu. Burada bilginin sonu yok, Allah’ın dilediği oranda hepimiz bilgi sahibi olacağız. Gençlerin ümitlerini muhafaza etmeleri ve kendilerini yetiştirmeleri yeterlidir.”

Kaynak: AA

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir